- Cafe Borges
- Anadolu’nun En Önemli Müzesi Anadolu Medeniyetleri Müzesi
- Ankara Kalesi Gezisi
- Ankara’nın En İyi Deniz Mahsulleri Restoranı Trilye Restaurant
- Tuz Gölü Fotoğraf Gezimiz
- Ankara Ulucanlar Cezaevi Müzesi
- Gramofon Kafe
- Rahmi M Koç Müzesi
- Sonbaharda Eymir Gölü Gezisi
- İlk Türkiye Büyük Millet Meclisi
- İçimdeki Derinlik: Karagöl
- Son Güzde Demirciören Köyü
- Durasan Şah Tabiat Parkı
- Ankara’ya Yakın 3 Trekking Rotası
- Yazın yaptığımız Beypazarı Gezisi
- Kalecik Kalesi
- Afitap Meyhane, Ankara’da Bir Efsane
- Ankara’nın Simgelerinden Atakule
- Kalecik Gezisi
İçimdeki derinlik: Karagöl yolundayım. Hayat kendi yolunu açan sonsuz bir yürüyüştür. Yarı rahvan, yarı tırıs…
Yürüyüş sözcüğünün “heyecan”la anlamdaş olduğunu söylemek akıl kaybı, ancak yürüyüş düşüncesi yüreğimde mayalanmışsa anlamdaşlığın bütün kapıları açılır.
Her yürüyüş öncesinde alacağım nefesin yarısı heyecanla flörte başlar. Yerimde duramam, uyku kaçık bir gezgin… aklımı topladığım an ıssız orman yollarını adımlayıp sadeliğin büyüsüne de kapılarak dünyanın kapısını çalarım.
Zorlamadan açılmıştır o kapı. Karşıma doğanın asiliğinden fışkıran özgürlük çıkar. Beni bekliyordur, diye fısıldarım kendi kulağıma gün doğarken. Bekleyenlerim sıra sıra, öbek öbek: tepeler, ağaçlar, sonbaharda dökülen yapraklar, kışın donmuş zaman, dallardaki vakitsiz uyanışlar, mora çalan vadiler…
Bir şarkı yükseliyor içimizden:
Toprak’la insan arasında bir saatlik dönence (Saint-John Perse)
Nietzsche’nin derinlerindeki yürümek’in tanımı başka: Açık havada, yolların bile tefekküre daldığı ıssız dağlarda yürüyerek, sekerek, tırmanarak, dans ederek düşünmektir. Sabahın sisinde gizlenen gri bulutlar, onların yoldaşı hafif esen rüzgâr, yerlerdeki kuru yapraklar, ben sombaharım diyor.
Karagöl Tabiat Parkı
Karagöl, Ankara’ya 72 km uzaklıkta. Çubuk ile Kızılcahamam arasında küçük ama derin bir krater gölü. Karagöl Tabiat Parkı olarak geçiyor literatürde. 80 metreyi bulan bir derinlik. Kavak dağı ile Yıldırım dağının eteklerine serilen göl, her mevsim ayrı bir güzellik sunuyor. Göl yüzeyi donmak için kışın bekler, sonrası esrarengiz bir güzellik… Tepelerde yaza kafa tutan kar. Göl, üzerine yansıyan ağaçların gölgesinden almış karanlık adını.
Yürüyüş başladığında biraz ilerleyip yavaş yavaş tırmanmaya başlıyoruz. İşte o an bir yığın çiçeğin saldığı, duyguları gıdıklayan bir koku duyuyorum ama koku bitiveren bir düş gibi kayboluyor. Islak, çürümüş yaprak kokusu tüm bedenimi ele geçiriyor. Ardından; orman içinde, göl kenarında, yamaçlardaki ağaçlarda sombaharın hüzünlü notaları uçuşmaya başlıyor.
Karagöl Efsanesi
Bölge halkı göl ile ilgili şöyle bir efsane anlatıyor: “Hızır, bir gün yolunun üzerindeki köyün halkını denemek için yaşlı bir fakirin kılığına bürünür, aç ve susuz olduğunu söyleyip yardım ister. Ama her çaldığı kapıdan eli boş döner.
Köyün sonundaki eski ve bakımsız evden kucağında küçük çocuğu ile genç bir kadın çıkar, bir lokma ekmeğini yaşlı adamla paylaşır. Yemeğini yedikten sonra Hızır, kadına çocuğunu alarak onu takip etmesini , ne olursa olsun arkasına dönüp bakmamasını söyler. Hızır ile kadın tepeye doğru yürürken büyük bir gürültü kopar ve köyün olduğu yer bir göle, insanlar da balığa dönüşür. Şaşıran kadın Hızır’ın dediklerini unutarak arkasına dönüp bakar. Baktığı anda çocuğu ile beraber gölün kenarında taş kesilir.” Gölün kenarında bulunan bu kayanın kadınla çocuğa ait olduğu söylenir.
Sonbahar Yaprakları
Bir yamacı aştığımda karşıma ayaklarımın altına serili sonbahar yapraklarından oluşan sonsuzluk çıkıyor. Yaşadığım sınırsız güzellik, yüksek rakımlarda yaşanan esriklik gibi.
Hava temiz, rüzgâr sert, gün ışığı keskin. Ormanın göle yakın kesimlerinde buz gibi kaynak suları var. Ormandaki sessizlik ürkek ve tedirgin. Başım önde ilerliyorum. Sarı, kırmızı yaprakların arasından loş ışık huzmeleri süzülüyor. “Sonbahar yaprağı gibi değil mi hafıza? Rüzgârda uğuldar da sonra duyulmaz…” (Halil Cibran)
Sanki her şey fısıldıyor. Titrek kavaklar mırıldanıyor. Ormanda kıvrılmış patikaları izlerken yüreğimi daha iyi dinliyorum.
Yapraklar döne döne düşerken içimde pır pır edeni buluyorum. Rüzgârın uğultusu, böceklerin vızıltısı, adımlarımın kuru yapraklar üzerindeki hışırtıları, hepsi düşüncelerime yanıt veren sesler. Dallarda gizlenen ürkek bir kuşun ötüşleri doğanın müziği.
Yerdeki kuru yaprakların arasında kaybolan rengiyle birden bir sincap çıkıyor, telaşla tırmanıyor bir ağaca. Çubuk ormanlarının içinden başlayan yürüyüşümüze Yıldırım Evci göletinde bir mola veriyoruz. Hazan renkleri ile donanmış manzarayı fotoğraflıyoruz. Moladan sonra seyir terasına doğru yol alıyoruz.
İçimizdeki Yangın
Çubuk ormanlarının bir kısmı geçen yıl yanmış. Yanmış ağaçların yanından geçerken utanıyorum. Onlara bakarken yanıp kavruluyorum. İçim yangın siyahı, bir burgu dönüyor beynimde. Öfkem şafakta çakan bir şimşek, geriye kalan sonsuz bir boşluk. Acının ormanından geçiyorum, kulaklarımda ağaçların avazsız çığlıkları. Sessizce parmak ucumda ilerliyorum.
Çubuk’taki 16 yürüyüş rotasının zorluk dereceleri 1 ve 3 arasında değişiyor. Karagöl Tabiat Parkı, Hacılar Şelalesi, Ay Kayası, Usta Göleti, Evci Göleti. Çubuk ve civarı Anadolu’nun fethi sırasında Türklerin ilk ele geçirdiği yerlerdenmiş.
Bölgeyi, Selçuklu komutanlarından Çubuk Bey ele geçirmiş. Etrafındaki köyler, Ankara Savaşı sırasında Yıldırım Bayezid tarafından kullanılmış. Köy adları da kullanılış şekline göre verilmiş. Kışlacık, Yaylak, Okçular, Ahurköy gibi… Hattiler, Hititler, Frigyalılar, Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular ve Osmanlılar izlerini bırakmışlar buralara.
Karagöl’ün seyir terasında muhteşem bir renk cümbüşü var. Gün batımının turuncu ışıkları üzerimize dökülürken seyir terasından ayrılıyoruz. Karagöl’ün kenarındaki semaver çayının kokusunu hayal ederek ilerliyoruz.
Kaybolan mutluluğun ruhu yoran hasreti uyanıyor derin soluk alış verişlerimde. Dünyanın yarısı turuncu, yarısı mavi. Yapraklar, sönmek üzere olan bir ateşten etrafa dağılan kıvılcımlar gibi. Çürümüşlüğün kokusu içime dolsa da, yaprakların parıltısı dünyayı aydınlatıyor.
Utangaç güneşin altında yürürken engebeler arasında yıllar ufalanıyor, yerdeki yapraklara karışıyor. Bir düşte olduğumu varsayıyorum. Öylesine unutkanım ki bu düş dünyasında. Gövdemi, kanatlarımı, biçimimi, rüzgârın sesini, kaleydoskopumu geri verecek miyim, bilmiyorum. Bildiğim, bu gece gri kentte rengârenk rüyalarım olacak. Onlar, göğün hemen altına serilmiş parlak yeşiller, serin maviler, aluç kırmızıları, sararmış yapraklar ve kocaman turuncu bir güneşle dolup taşacak.
Ankara ile ilgili diğer yazılarımız için tıklayınız.