- Cafe Borges
- Anadolu’nun En Önemli Müzesi Anadolu Medeniyetleri Müzesi
- Ankara Kalesi Gezisi
- Ankara’nın En İyi Deniz Mahsulleri Restoranı Trilye Restaurant
- Tuz Gölü Fotoğraf Gezimiz
- Ankara Ulucanlar Cezaevi Müzesi
- Gramofon Kafe
- Rahmi M Koç Müzesi
- Sonbaharda Eymir Gölü Gezisi
- İlk Türkiye Büyük Millet Meclisi
- İçimdeki Derinlik: Karagöl
- Son Güzde Demirciören Köyü
- Durasan Şah Tabiat Parkı
- Ankara’ya Yakın 3 Trekking Rotası
- Yazın yaptığımız Beypazarı Gezisi
- Kalecik Kalesi
- Afitap Meyhane, Ankara’da Bir Efsane
- Ankara’nın Simgelerinden Atakule
- Kalecik Gezisi
Son Güzde Demirciören Köyü Rotası. Rumi takvime göre 14 Eylül’de ilk güz başlıyor, ekimde orta güz, kasım ayında ise son güz yaşanıyor.
Persephone, yeraltına inmeye hazırlanıyor. Toprakla buluşan kahverengi yapraklar yeniden doğuşu müjdelerken; doğa, kendini yenilemek için yatacağı kış uykusundan sonra dünyayı yeniden canlandıracak.
Persephone yeryüzüne her çıktığında Demeter baharı getirir toprağa. Yol Arkadaşım Dağcılık Kulübü ile doğaya Persephone’yi uğurlamaya gidiyoruz.
Son güzün güneşi dünyayı ısıtmaya çalışıyor. Bense güneşin kalbinde sevinçle titreyen bir nedenim sadece. Gökyüzünün renkleri, tepelerin silikleşen hatları bedenimde çözülüp yeniden şekilleniyor. Güneş, gecenin örtüsünü sıyırıp atıyor. Yabana, bakir doğaya doğru yola çıkıyoruz.
Güz üfürüyor ─
ölü yapraklar giyinmiş
korkuluk bile. (Başo)
Tarihte Demirciören Köyü
Rotamız Ankara’nın Kızılcahamam ilçesine bağlı Demirciören köyü. Zamanın behrinde bu köy bozkırın, Yabanâbâd’ın gözdesiymiş.
Evliya Çelebi, 17.yy.da yazdığı Seyahatnamesinde “Yabanâbâd, Ankara Vilayeti Sancağının kuzeyinde bir ilçe merkezi olup doğudan ve kuzeyden Kastamonu Vilayeti, batıdan Beypazarı, güneyden Ayaş ve güneydoğudan Çubuk kazaları ile çevrilidir.”, der.
Yabanâbâd’ın kaza merkezinin Demürciviran (Demirciören köyü) olduğunu söyler. İlçe merkezi 1880-1915 yılları arasında Pazar ve 1915 sonrasında da Kızılcahamam olmuş. Gözdeler zamanın akışında sözde kalır bazen, aslonan Toprak Ana’dır.
Yürüyüş başladığında göğe bakıyorum. Son güzün pamuksu bulutları gökyüzünde dolaşan keşif kuvvetleri gibi. Minik bulutlar, tepede kümelenmiş bulut ordusuna katılmak için koşturuyorlar.
Sarı bozkırın içinden geçip tepeyi tırmanmaya başlıyoruz. Yükselip alçalan otlaklarda yürüyüşçünün adımlarının topraktaki yankısı kalbinin gümbürtülerine karışır. Her adımı toprağa bağlılığını gösterir.
Patika, uzun bir bayıra doğru uzayıp ormana giriyor. Ayaklarımız altındaki çıtırdayan kahverengi yapraklar, kıvrılan patikanın büyüsü evimde hissettiriyor beni.
Ormana girince sivri uçları ile göğü delen çam ağaçlarının sessizliği karşılıyor bizi. Yürüyüp geçtiğim yerlere dönüp bakıyorum. Bir daha gelip gelemeyeceğimden emin olamıyorum. Her seferinde vedalaşıyorum doğayla. Dönüp de son bir bakışın amacı kayalara, ağaçlara, toprağa gözlerimin ferinden az da olsa bir şeyler bırakmak istememden. Gözler, ruhumuzun penceresiymiş. Ruhumdan parçalar bırakıyorum ardımda kalan topraklara.
Kızılcahamam’ın Yaban Hayatında Kara Akbabalar
Öğle molasına kadar orman içinde tırmanıp iniyoruz. Ormanın ortasındaki açıklığa çıkınca bana göz kırpan manzaraya bir göz atıyorum. Ayrıntılardan genel görünüme geçtiğimde gökyüzündeki kanat sesleri dikkatimi çekiyor. Gökyüzünde iki tane Kara Akbaba görüyorum.
Kara Akbabalar kısa bir sürede kalabalık bir grup oluşturup uzun ve geniş kanatlarıyla süzülerek gökyüzünde daireler çizmeye başladılar. Yaklaşık olarak yirmi tane Kara Akbaba vardı. Çok şanslıydım. Kolay kolay rastlanamayacak bir görsel şölendi.
Ekosisteme önemli katkıları olan Kara Akbabalar doğanın en başarılı leşçi grubu. Türkiye’nin bilinen ikinci büyük Kara Akbaba popülasyonu Kızılcahamam’da bulunuyor. İnsana göre 6 kat fazla çözünürlükte, renkli ve üç boyutlu gören Kara Akbabalar yerden 1 km yüksekteyken bile aradığı leşi fark edebilirmiş.
İzlediğim bir belgeselde tek eşli olduklarını, ömür boyu birlikte yaşadıklarını öğrenmiştim. Grubun epeyce arkasında kaldım Kara Akbabaları izlerken. Belki havada birbirlerinin pençelerine asılıp süzülerek, taklalar atarak kur yapmalarını görebilirim diye. Göremedim tabii. Anlaşılan bir leş bulmuşlardı. Gökyüzünde izlediğim onun seremonisiydi. Gruba yetişmek için tekrar ormana daldım.
Bir düş ormanında yürüyorum. Ağaç dallarının arasından süzülen ışık demetinin altında durup kollarımı açıyorum. Sarılıyorum o huzmelerin her birine. İçim sıcacık. Doğanın sesleri, ne kadar kırılgan olduğunu haykırıyor sanki.
Ancak düşlerimde görebileceğim güzelliklere ormanda rastlarken inişe geçiyoruz. Bir anda ormandan çıkıp Binkoz Göleti’nin dingin güzelliği ile karşılaşıyoruz. Sarı kahverengi bir atmosfer içindeki mavi gök ve gökyüzünü içine çeken bir göl hayal edin. Başucunda da asırlık çınar ağacı, yüzyıllardır birbirlerinin yoldaşı olmuşlar. Suya gölgemi bırakıp yola devam ediyorum. Ardımda gülümseyen gölgem.
Demirciören Köyü’ne Doğru
Köye yaklaştığımızı sürülmüş tarlalardan, otlayan koyun sürülerinden anlıyoruz. Geçen yıl köyün girişinde sohbet ettiğim korkuluk hâlâ bekliyor mu bahçeleri merak ediyorum.
Köye yaklaştığımızı sürülmüş tarlalardan, otlayan koyun sürülerinden anlıyoruz. Geçen yıl köyün girişinde sohbet ettiğim korkuluk hâlâ bekliyor mu bahçeleri merak ediyorum.
Tarihteki ilk korkuluklar Mısırlılar tarafından buğday tarlalarını korumak için yapılmış. Anadolu’nun birçok yöresinde korkuluklar kullanılıyor. Türkler de İslamiyet’ten önceki şaman inancında korkulukları nazara karşı kullanılıyormuş.
“Ölünce görkemli bir korkuluk olurum/Sallanır mart sabahının loş toprağında/Göğün üstündeki yeğni kuş gibi/Dünyanın sonuyum, başlangıcıyım.” (Melih Cevdet Anday)
Sarı sonbahar tonlarının arasından geçip köyün girişindeki çınar ağacının ayaklarının dibine oturuyorum. Yaprakların arasında dans eden rüzgâr, dalların arasından süzülen güneşin loş ışığı içimde pır pır eden ilk insanı duyumsatıyor.
Köyün girişinde korkuluğu görünce eski bir dostu görmüş gibi seviniyorum. Karşı tarlaya bir korkuluk daha dikmişler. Bozkır yalnızlığında, yabanın sessizliğinde bir yoldaş.
Yürürken insan kendi hesabını tutar, kendine çekidüzen verir, meydan okur iç dünyasına. Anlattım tüm bunları eski dost korkuluğa. Oz Büyücüsü’ndeki korkuluğun sözleri ile seslendi bana. “Ben kalp değil beyin istemeliyim; çünkü aptal biri kalbi olsa bile onunla ne yapacağını bilemez.” Rotanın sonunda günü şenlendiren, tüm yorgunluğu silip süpüren semaverde çayın sıcaklığı karşıladı bizi.
En güzel sohbetler gün sonunda semaver başında yapılır. Herkes kent yorgunluğunu atmış, gülen gözlerle bakar birbirine. “Yeni bir gülümseme edindim yüzüme/Bozkır sabrında ve tenime yakışan” ( Şükrü Erbaş) Gökyüzünüz güneşli, rotanız açık olsun…
Ankara ile ilgili diğer yazılarımız için tıklayınız.